Haber Detayı
İSTANBUL'UN FETHİ KUTLU OLSUN...
HABER TARİHİ: 29 Mayıs 2023 | 410 Kişi okudu"İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o ordu ne güzel ordudur." Hadisi-i Şerif
İstanbul'un fetinin 570. yılı kutlu olsun.
FÂTİH SULTAN MEHMET
Fahrünnisa Bilecik
Bir milletin tarihi içinden ona liderlik etmiş bir şahsı anlatmaya çalışmak aslında o milletin prensiplerini, sahip olduğu değerleri, yaşayışını, siyaset ve kültür dünyasını da anlatmak demektir. Çünkü, devirlerine hükmeden kimselerle hükmettiği insanlar arasında bir bağ olduğu açıktır. Devrin ve zamanın isteği, ihtiyacı ne ise onların merkezinde olan insan da bu ihtiyacı karşılayabilecek seviyede olmalıdır. Türk tarihinin şerefi, İstanbul’un fâtihi, büyük insan II. Sultan Mehmet de milletinin ve başında bulunduğu devletin ihtiyaçlarına sahip çıkmış, kendisini hiçe sayarak ömrünü bu ideal uğrunda harcamıştır.
Fâtih neden büyük insandı? Nasıl yetiştirildi? Neden İstanbul’u fethetti? Dünya görüşü ne idi? Onu sadece iyi bir asker ve kuvvetli bir hükümdar olarak değerlendirmek doğru mudur? Bütün bu sorulara cevap verebilmek için öncelikle tarihimizin âbide şahsiyetlerinden biri olan Fâtih Sultan Mehmet’in hayatına, onun nasıl yetiştirildiğine bakmamız gerekir. 1432 yılında Edirne’de doğar. Annesi Hümâ Hâtun’dur. 11 yaşında Manisa’ya vali olur. 1443’te ağabeyi Alaeddin Ali Çelebi’nin ölümüyle artık tahtın tek vârisidir. 1444’te babası II. Murat kendi kendisiyle baş başa kalmak, iç huzurunu yakalamak düşüncesiyle tahttan çekilince onun yerine sultan olur. Bu noktada karşımıza bu büyük insanın kahraman olduğu kadar aynı zamanda âlim ve şâir olan babası II. Murat çıkar. Zamanında Türk diline ve kültürüne büyük hizmeti olan Sultan Murat, Osmanlı hânedânı içinde ilk şâir hükümdardır. Devletini hiçbir zaman gereksiz mâcerâlara sürüklememiş, onu bilgide olduğu kadar siyasette de zaferden zafere götürmüştür. Devrinde Emir Sultan ve Hacı Bayram Veli gibi manevî hayatımızın büyük insanlarıyla bağını hiç koparmamış, ruhî ve manevî bakımdan olgunluk kazanmıştır. Genç yaşında henüz küçük bir çocuk olan oğluna saltanatı bırakacak kadar da mevkide, makamda gözü olmayan insandır. Ancak asıl büyüklüğü, Fâtih Sultan Mehmet gibi herkese nasip olmayacak bir evlâdı yetiştirebilmek için elindeki bütün imkânları kullanmış olması ve onun şahsiyetinin temelini atmış olmasıdır.
Osmanlı sarayında devrin âlim, şâir, mûsikîşinas ve hattat şehzâdelerinin yetişmesi yolunda ilk ciddî, disiplinli, sistemli usûlü II. Sultan Murat kurmuştur. Böylece imparatorlukta zamanın en seçkin şehzâdeleri yetişmiştir. Kaynaklara göre Osmanlı şehzâdelerinin eğitime başlama yaşı 5’tir. İlk derste devlet adamları hazır bulunur, Kur’an’la başlanır. Allah adı ve O’nun büyüklüğünü anarak eğitimine başlayan çocuk, ömrü boyunca aynı etkinin altında kalır ve en iyi hocaların elinde yetişir. II. Sultan Mehmet de şehzâdelik zamanında devrin en değerli âlimlerinden ders almıştır. Bu safhada Fâtih’i tanımamız için onu yetiştiren hocaların kimler olduğuna, özelliklerine bakmamız gerekir:
Molla Gûrânî: II. Murat ciddiyetine ve bilgisine hayran kaldığı Molla Gûrânî’yi oğluna hoca olarak seçer. Çok dürüst, hak ve adaletten ayrılmayan, makamda gözü olmayan, öğrencisinin hem aklına hem de ruhuna hitap edebilen bir hocadır. Padişah olan II. Mehmet’in karşısında asla eğilmez, onun yediğinin içtiğinin haram olmamasına çok dikkat eder. Rivâyete göre II. Mehmet okumayı ondan öğrenmiştir.
Molla Husrev: Devrinin sayılı ilim adamlarındandır. II. Mehmet’in bilgi seviyesini yükseltmede ve onun ahlâk bakımından gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Kararlarındaki tarafsızlığıyla ve ilmî çalışmalarıyla şöhret kazanmıştır. II. Mehmet, babası II. Murat’ın tekrar tahta çıkması için saltanattan çekilip Manisa’ya giderken Molla Husrev çok kıymet verdiği öğrencisini yalnız bırakmamış, her şeyden vazgeçerek onunla beraber olmayı seçmiştir.
Hocazâde: Çok önemli bir ilim adamı ve hocadır. Zamanında kendisine aklıselim “sağduyu” lakabı takılmıştır.
Fâtih’in bu devrede diğer hocaları âlim ve hoş sohbet kimseler olan Fahreddîn-i Acemî ve Hoca Hayreddin’dir. Daha sonraki dönemlerde de faydalanabileceği bilginleri çevresine toplar. Bunlar Molla Zeyrek, Hızır Bey Çelebi, Ali Tûsî, Ali Kuşçu, Molla Lutfi, Hatibzâde Molla Hasan Samsunî, Molla Sinâneddin Yusuf (Hoca Paşa), Molla Abdülkadir Hamîdî ve Molla Ahmed Paşa’dır. Ayrıca Yunanlı hocalardan da kendisi için gerekli olan bazı bilgileri öğrenir.
Çocuk denecek yaşta babası tarafından tahta geçirilen ve en değerli hocalar elinde gelişmesini sürdüren II. Mehmet, bu sırada baş gösteren Macar meselesi yüzünden tahtı tekrar tecrübeli olan babasına bırakır ve Manisa’ya gider. Dünya malına, saltanata kıymet vermeyen baba-oğul için taht, sadece devlet hizmetinde gerekli olan bir makamdır. Böylece II. Mehmet’in ikinci şehzâdelik dönemi başlar. Bu yıllar gerek kendisi gerek Osmanlı Devleti için çok verimli ve faydalı olmuştur. Manisa’da mükemmel derecede Arapça ve Farsça öğrenir. Ayrıca Latince, Yunanca ve Sırpça da çalışır. Dünya tarih ve coğrafyasını iyice inceler. Askerlik bilgilerini geliştirir. Felsefe ve matematikle ilgili eserler okur. Doğu ve batı kahramanlarının hayatlarını araştırır, doğru ve yanlış taraflarını tespit eder. Bu devre II. Mehmet’in gelişmesinde, şahsiyetini bulmasında çok önemlidir. Hem zihnen hem de ruhen olgunlaşır.
II. Murat’ın vefatından sonra 1451’de 20 yaşında tekrar tahta çıkar. Edirne’dedir. Öncelikle yakın çevresine bir düzen verir. Saray hayatında değişiklikler yapar. Herkesin bulunduğu yeri hak etmesi gerektiğine inanır. Buna sarayda yaşayanlar da dâhildir. Hiçbir şeyin aşırısından hoşlanmaz. Hayatını belli bir ölçü içinde, abartısız yaşar. Bu devrede karşısına Allah’ın lütfu olarak gördüğü hocası, rehberi, mutasavvıf Akşemseddin çıkar. Akşemseddin 1389’da Şam’da doğmuş, küçük yaşta babasıyla beraber Anadolu’ya geçerek ciddî bir eğitim görmüş, özellikle tıp alanında büyük şöhret kazanmıştır. İlim tarafı yeterince gelişen Akşemseddin, manevî tarafının da gelişmesi için ihtiyaç hisseder ve kendisini Hacı Bayram Veli’ye teslim eder. Onun yanında ruhî bakımdan olgunluk kazanır. Halkın dilinde adı Ak Şeyh olan bu ulu kişiye hükümdarın hürmet ve muhabbeti büyüktür. Akşemseddin, bir taraftan genç hükümdara memleketinin menfaati için gerekli olan yerleri ve ülkeleri fethetmesini işaret ederken diğer taraftan da onun maddî heves ve arzulardan vazgeçip kendi içine dönmesini, kendisini tanımasını sağlar. İnsanı küçülten kin, kibir, kıskançlık, gurur vb. kötü taraflarını yok edip yerine Allah sevgisi ve insanlık aşkını yerleştirmesine yardımcı olur. Bu halka hizmeti Hakk’a hizmet etmek, halkı sevmeyi Allah’ı sevmek şeklinde değerlendiren İslam tasavvufunun temel noktasıdır. İnsanlardan uzak bir yere kapanıp dünya işlerine karışmamak yerine kendini terbiye edip kötü taraflarını yok ederek insanlara hizmet etmek. İşte Akşemseddin’in de Fâtih’in de hedefi bu olmuştur. Otuz yılı aşan saltanatı boyunca da bu prensibin büyük insanı olarak yaşamıştır.
Büyük insanlar, içinde bulundukları toplumun dertlerini, sıkıntılarını yüreklerinde duyarlar, kendilerinde toplarlar ve etraflarındaki binlerce insana şifa ve deva dağıtırlar. Fakat onların asıl görevleri bir veya birkaç insanı tan anlamıyla yetiştirmektir. Akşemseddin’in amacı da Fâtih’i yetiştirmekti. Bu sebeple o, Fâtih’in hayatında bir dönüm noktasıdır.
Fâtih’in amacı ise babasının da vasiyeti olan ve küçük yaşından beri hazırlandığı İstanbul’un fethi idi. Neden İstanbul? Çünkü Peygamberimizin methettiği, övdüğü emir olacak, doğunun batıya açılan bu şâhâne kapısını fethedip doğu ile batıyı barıştıracak, bağdaştıracaktı. İslam medeniyeti ve düşüncesini yeniden canlandırıp batının realist düşüncesi ile birleştirecek, yeni bir terkip oluşturacaktı. Osmanlı Türklerinin bir ayağı Anadolu’da bir ayağı da Rumeli’deydi. Rumeli ile bağlantı noktası da İstanbul’du. Bu sebeple şehir imparatorluğa dâhil edilmeli, memleketin coğrafî birliği sağlanmalıydı. Aynı zamanda Bizans İmparatorluğu’nun sembolü, Doğu Hristiyanlığının son merkezi olan şehrin alınması Müslüman dünyanın haçlı dünyaya üstünlüğünü kabul ettirecekti. Stratejik konumu itibariyle dünyanın gözbebeği olan İstanbul’un fethi, Türklerin itibarını ve kuvvetini herkese gösterecekti.
Edirne’de geçen iki yıllık askerî ve siyasî fetih hazırlığından sonra II. Sultan Mehmet ve Akşemseddin, Bizans’ın surlarına dayanır. Bu iki yıllık hazırlık safhasında özellikle üç buçuk ay içinde tamamlanan Rumeli Hisarı ve Anadolu Hisarı’nın tamiri son derece önemlidir. Şehri fethetmek öylesine zordur ki yetmiş pâre (parça) donanmaya bir gecede dağlar aşırtan, kuşatma planlarını kendi çizen, kaleler kurup, toplar döken hükümdar, Bizans surları önünde bir iki defa ümitsizliğe kapılır. Ancak efsanelere, masallara konu olmuş, nice hükümdarların saldırısına uğramasına rağmen fethedilememiş şehri 53 günlük kanlı ve çetin bir kuşatma sonrasında topraklarına katar. Şehre zafer alayı ile girerken yanında ordusu ve askerleriyle birlikte hocaları ve Akşemseddin de vardır. Padişaha çiçek vermek için yollara düşen Bizans kızları ellerindeki buketleri ak sakallı ihtiyara uzatırlar. O da “Padişah ben değilim!” diye yanındaki genç hükümdarı gösterir. Lakin II. Mehmet, “Verin, verin, padişah benim ama o benim hocamdır” diyerek tebessüm eder.
İstanbul’u fethettikten sonra Fâtih unvanını alan II. Sultan Mehmet, dünyanın gördüğü, göreceği en büyük hükümdar ve askerî dehâlardan biri olmasının yanı sıra kendisini hocasının yanında yok sayabilen, kendi hırslarını devletinin menfaatinden üstün tutmayan, sadece ve sadece Allah rızası için ülkesine hizmet eden büyük insandı.
Fâtih Sultan Mehmed’i sayılı dâhîler ve kahramanlardan ayıran üstün özellik, başarılarını fırsat ve tesadüflerden faydalanarak kazanmış olması değil, yaptığından ve yapacağından haberli bulunan bir sistem sahibi olmasıydı.
Fâtih, yaptıklarının hiçbirini kendisi için yapmamış, kendi meselelerini milletinin menfaatinden üstün tutmamıştır. Bir devletin başındaki kişi için insanî zayıflık ve hırsların kulu olacak bir seviyede kalmanın, yönettiği kütleler için ne acı bir kayıp, ne yaman bir tehlike olduğunu bildiği için, gözünü sadece dışındaki bilgilere değil kendi içindeki bilgilere de çevirmiş, önce iyi bir insan olmak için çalışmıştır. Hayatı boyunca kazandığı zafer ve başarılar için dâima şükretmiştir. Hükümdarlığını sevgi ve adalet temelleri üzerine oturtmuştur. Yaşadığı devirdeki Orta Çağ idarecileri gibi kan dökmekten, zulmetmekten asla hoşlanmamıştır. Nitekim İstanbul’un fethinden bir hafta önce Bizans İmparatoru’na bir elçi göndermiş, meydana gelebilecek zararlardan şehri korumak ve kan dökülmesini engellemek amacıyla barış yoluyla teslim olmasını istemiş, böyle olduğu takdirde hazinesi ve adamlarıyla birlikte gitmesine izin vereceğini söylemiştir. Ancak imparator teklifi kabul etmeyince savaş yoluyla şehri almış ve imparatora “Yaptığın şeye bak! Bu kadar esirler, bu kadar ölü yığınları senin henüz vakit varken şehri terk etmemenin sonucudur.” demiştir. Fâtih, o zamanki savaş kurallarına göre esir ettiği halkı başka yerlere sürebilir ya da satabilirdi. Halbuki onların uzun taksitlere bağlı kayıtlar karşılığında kurtulmalarını sağlamıştır. Fethettiği diğer yerlerde de halka eziyet edilmesine asla müsaade etmemiştir. Onların dinî inançlarına karışmamış hatta inançlarını özgürce yaşamalarını sağlamıştır. Savaş bütün hızıyla sürerken, kendisi de halkını oluşturan Rumlar gibi Ortodoks mezhebinden olan Bizans imparatoru, İstanbul’u kaybetmemek için Katoliklerin lideri olan Papa’dan yardım istemiş, Papa ise iki kilisenin (Katolik-Ortodoks) birleşmesini kabul ederse destek vereceklerini söylemiştir. İmparator birleşmeyi mecburen onaylamıştır. Bizans halkının ileri gelenleri buna razı olmamışlarsa da Fâtih şehri fethettikten sonra Rumlar mezhep ve hürriyetlerini kurtarabilmişlerdir. Zîra genç hükümdar, birleşmiş olan kiliseleri ayırmış ve Ortodoksluğu himayesi altına alarak din hürriyetini sağlamıştır. Dünya görüşü itibariyle her zaman fikirlere ve inançlara saygılı olan Fâtih’in hayat felsefesi sevgi üzerine kurulmuş, siyaset ve askerlik ahlâkı örnek olmuştur. Zaptettiği ülkelere refah, adalet, emniyet getirmiştir.
Fâtih Sultan Mehmet’i diğer Osmanlı padişahlarından ayıran bir özelliği de devlet kuruluşlarını sistemleştirmesi ve anayasa hükmünde bir kanunnâme oluşturmasıdır. Böylelikle devletinin bir düzen içinde, âdil ölçülerle işlemesini sağlamıştır. Her meselede olduğu gibi vakıf işlerini de sağlam esaslara dayandırmış, devlet içinde çok önemli bir yeri olan bu kurumların devamını sağlamıştır. Fethettiği ülkelerde ve İstanbul’da ganimet hissesini dağıttıktan sonra kendi payına düşen mülklerden hiçbirini almamış, hepsini vakfetmiş, milletine bırakmıştır.
Devlet adamı ve fikir adamı olmasının yanı sıra sanatkâr bir insan olan Fâtih, güzel sanatların hemen her kolu ile ilgilenmiş, resme özel bir önem vererek sarayını bir resim galerisine çevirmiş, zamanında çok meşhur olan kütüphanesini en kıymetli ciltlerle süslemiştir. Meşhur İtalyan ressam Gentile Bellini’yi sarayında on beş ay misafir etmiş, bu süre içerisinde dostlukları pekişmiş, hükümdârın en bilinen resimleri ortaya çıkmıştır. Sıkıntılı dönemlerinde ise şiir dünyasına kaçarak saklanmış, ferahlamış, soluk alacak bir fırsat ve imkân bulmuştur. Babasından aldığı şiir zevki ile birbirinden güzel şiirler yazmıştır. Daha sonra bu şiirleriyle bir Dîvan neşredilecektir. Genellikle sâde bir Türkçe ile yazdığı şiirlerinde Avnî mahlasını kullanmıştır. Bu mahlası kullanmasının sebebi, dâima Allah’tan yardım dileyen bir kişi olmasıyla açıklanmıştır.
Otuz senelik saltanatı içinde ikisi imparatorluk, dördü krallık, altısı prenslik, beşi dükalık olmak üzere irili ufaklı 17 ülkeyi fethetmiştir. Bu, dünya tarihinde eşine az rastlanır bir askerî başarıdır. Ordusunu plansız, düzensiz hareket ettirmemiş, macera hevesiyle kan döktürmemiştir. Kendi devrine kadar bir bütünlük göstermeyen akınları, planlı fetihler hâline getirerek Osmanlı Devleti’ni yerleşmiş bir imparatorluk statüsüne sokmuştur. Saltanatı boyunca yaptığı küçük büyük askerî hareketlerin hedefi, memleketin coğrafî birliğini sağlamaktır. Bunun için de durup dinlenmeden mücadele etmiştir. Fâtih, Türk birliğine kıymet verdiği kadar kendisini İslam birliğinin de temsilcisi ve sorumlusu olarak görmüştür. Mecbur olmadıkça Müslüman devletlerle savaşmayı kabul etmemiştir. Bir zamanlar İslam-Türk medeniyeti, Helenistik-Roma kültürünü kendi kabiliyet ve dehâsıyla işleyip zenginleştirerek fikirde ve sanatta nasıl Rönesans’ın temellerini atmışsa Fâtih de aynı parolayla ve düşünceyle hareket etmiş, yaptıklarıyla çağ kapatıp çağ açmıştır.
Tahta ayak bastığı andan son nefesine kadar bir doğruluk ve insanlık âbidesi olarak zaferden zafere koşmuş ve bunca zorluk ve yorgunlukları göze alışını şaşkınlıkla karşılayanlara cevâbı şu olmuştur: “Belimdeki kılıç cihâd-ı fîsebîlillah için kuşanılmıştır. Eğer vazifemi îfa etmeyecek olursam ne yüzle huzûr-ı Hakk’a çıkarım!” Belimdeki kılıç Allah rızası için, Allah yolunda yapılan savaş için kuşanılmıştır. Görevimi yerine getirmeyecek olursam öldüğümde ne yüzle Allah’ın huzuruna çıkarım! diyen bu büyük insan ve kudretli hükümdar yine bir sefer yolunda, kulu olmakla her zaman övündüğü Yaradan’ına ruhunu teslim etmiştir.
Fâtih Sultan Mehmet Hân’a layık olabilmek ve milletimizin daha nice fâtihler yetiştirebilmesi niyazıyla…