Haber Detayı
Hayırlı Muharremler...
HABER TARİHİ: 08 Temmuz 2024 | 239 Kişi okuduMerhabalar Efendim,
Hicrî takvime göre 7 Temmuz yeni yılın ve Muharrem ayının başlangıcı.
Yeni senenin bütün Müslümam âlemine bolluk, bereket ve huzur getirmesini Allah'tan niyaz ediyoruz.
Bu vesileyle kıymetli büyüğümüz Mutasavvıf, Mütefekkir ve Yazar Samiha Ayverdi'nin vefatından sonra neşredilen Kaybolan Anahtar adlı eserinden Muharrem ayı ile ilgili bölümü sizlerle paylaşıyoruz.
Muharrem Ayı
Muharrem ayı, eski Hicrî veya Kamerî dediğimiz ayın hareketine göre hesap edilen aylardan ilkidir. Bu bakımdan Muharrem ayının birinci günü bizim yılbaşı diye bildiğimiz hârika bir geleneğimiz teşekkül etmiştir. Ama bu gelenek son 50-60 sene içinde unutulmuştur.
Muharrem'in birinde büyükler tarafından bereket parası verilirdi. Bu, âile arasında olduğu gibi, dervîşan arasında da olabilirdi ki, hem yeni bir senenin muhâsebesi, eski senenin yeni bir sene ile karşılaştırılması, hem de yeni senede kazanılacak hayâtın her yönden bereketli olmasının ilk tembihi idi.
Çünkü hayat çok kazançlı olabilir ama, bereketli olmayabilir. Hayat çok sıhhatli geçebilir ama, sıhhatinin bereketi olmayabilir. Çok mutlu gülerek eğlenerek geçmiş bir hayat olabilir ammâ, hiç ammâ hiç bereketi olmayabilir. Mühim olan maddî ve mânevi rızkın bir arada yürümesidir. Bereketin bizde ifâde ettiği mânâ:
Mutlaka hayırlı olması,
Faydalı olması,
Allah'tan gelir olması.
Yâni Allah'tan geldiğinin idrak edilmesidir.
Haram, işe karışmayacak. Bu rızıktan hem faydalanılacak, hem de faydalandırılacak. Ömür ve sıhhat için de bu böyle. Böylece bereketli olup hayırlı işlerde kullanılacak. Aksi halde yaşanmış hayat, diğer canlıların yaşadığı hayattan farksız hâle gelir.
Burada şunu belirtmekte fayda var. Biz de yeni yılı elbette kutlarız. Ama bir hafta boyunca Noel'i kutlamak şeklinde değil. Öyle olursa tıpkı Kurban Bayramı’nı bir Hıristiyanın kutlaması gibi abes olur. Gayet tabiî ki, buna karşı çıkılır. Ama kabul ettiğimiz takvim yılının ilk gününü kutlar, onun muhâsebcsini yapabiliriz.
Muharrem ayının ikinci önemi peygamberler târihi açısından ortaya çıkar. Meselâ bu ayda Hz. Adem’in cennetten çıktıktan sonraki tövbesi, ilk defa kabul olunmuş, Hz. Nuh tufandan, Hz. Yûnus balığın karnından, Hz. İbrâhim de ateşten kurtulmuştur. Hz. Mûsâ'nın Mısır'dan çıkışı da bu aydadır.
Peygamber Efendimiz Medine'yi teşrif ettikleri zaman Medine'de yahûdiler var ve onlar Muharrcm'i çok iyi biliyorlar. Muharrem'in onuncu günü oruç tutuyorlardı.
Müslümanlar Peygamber Efendimiz'e Kur’ân-ı Kerîm'de Nuh ile ilgili âyetler olduğunu, Nuh Peygamberle alâkalı olayların anlatıldığını, bu sebeple Muharrem’de oruç tutmak istediklerini söylüyorlar. Hz. Peygamber: “Tutulabilir, fakat yahûdilere benzememek şartı ile. Yâni ya 9-10’da, ya da 10-11. günlerde iki gün oruç tutabilirsiniz,” buyuruyorlar.
Daha sonra Yahûdilik, siyonizm ortaya çıkıyor. Onun maskesi hâline gelen masonluğun, bütün İslâm âlemine, özellikle Osmanlı İmparatorluğu'na verdiği zararın, her Türk münevveri tarafından bilinmesi gerekiyor. Bunlar bilinmeden bugünün yaşayışını değerlendirebilmek mümkün değil. Çünkü bugün çocuklarımızın çoğu hem de en kabiliyetlileri mason teşkilâtlarına kaydediliyor ve bunlar insanlık adına yapılıyor. Tasavvuf terimlerini çok ince kullanarak insanlık, sevgi, herkese saygı, hiç kimseyi küçük görmemek ve herkese yardım adına gençlerimizi kandırıyorlar. Meselâ yeni mezun gençlere câzip iş teklifleri ve parlak mevkiler ile yaklaşıyorlar. 33. dereceye geldiklerinde boyunlarına haç takıyorlar ve kurtuluşları asla mümkün olmuyor.
Peygamber Efendimiz’in, Muharrem’in 10. gününden sonra günlerinizi bereketlendirin, âilenizin rızkını arttırın şeklinde birçok hadisleri vardır.
Ama İslâm târihi noktasından 10 Muharrem’de özellikle Ehlibeyt’in, Peygamber soyuna saygısı olan insanların çok acıklı bir hâdise ile karşılaştıklarını görüyoruz.
10 Muharrem’de Hz. Hüseyin Efendimiz’in şehâdeti var. Hz. Hüseyin Efendimiz’in, kâinat istese de kılma bile dokunulmazdı. Ama İlâhî takdir ile ortaya çıkması gerekli hâdiselerden biri. Ancak bizim bundan alacağımız ve bütün nesillerin alacağı dersler var. Onun için de İslâm târihi ile berâber Türk târihini çok iyi bilmek lâzım. Çünkü geleceğin anahtarı geçmişte gizlidir. Bu anahtarı almadan doğru adım atmak mümkün değildir. Hele bugünkü madde ve teknoloji ile insanların aldandığı ve aldatıldığı bir devrede, insanlığından çıkmışların arasında yaşarken, geçmişin anahtarlarına sâhip olmadan gelecek hakkında fikir sâhibi olmak ve günümüzü değerlendirmek mümkün değildir.
İslâm târihi açısından biliyorsunuz Peygamber Efendimiz Hz. İsâ gibi bir peygamber değildir. Hz. İsâ zulüm altında sâdece zulme boyun eğmeyi öğretmiştir. Başka yapacak bir şeyi yoktu. İlk zamanlarda biri sana tokat atarsa öbür yanağını da çevir demek mecbûriyetinde idi. Çünkü insanları yakıyorlardı. En basit eğlenceleri bugün arkeolojik kazılarda bulunup medeniyet eserleri diye ortaya çıkarılan arenalar, zavallı köleleri günlerce aç bırakılan vahşî hayvanlara parçalattırdıkları yerlerdi. Bir insanı haç şeklindeki tahtanın üzerine yatırıyor, ellerinden, ayaklarından ve göğsünden çiviliyor sonra bunları havaya dikiyorlardı. Bunu o kadar ustalıkla yapıyorlardı ki, damarları deliyorlar, insanları yavaş yavaş kan kaybettirerek öldürüyorlardı. Ama dünyâya sorarsanız Grek, Roma ve sonra batı medeniyeti vardır. Dünyânın en vahşî kabilelerinde bile böyle zulüm yoktur.
Peygamber Efendimiz, asr-ı saâdette geldikleri zaman bütün peygamberlerin ana vasıflarını üzerinde toplamış en büyük insan olarak geldi. Onun için de sâdece dînî yol gösterici değil aynı zamanda devlet başkanı idi.
Devlet kurmuştu, ilk anayasayı Peygamber Efendimiz yaptı ve uyguladı. Bu hukükî bir anayasa idi. Yahûdi, müşrik ve müslümanlar arasında üçlü bir şekilde tatbik edilmiştir.
Asr-ı saâdet, her şeyin vahiy ile halledildiği, her müşkülün Peygamber Efendimiz'e sorularak çözüldüğü, hiç kimsenin de itiraz etmediği huzur içinde yaşanan bir devirdi. Harp var, şehitler var, işkenceler vardı. Ama müslümanlar da mevcuttu. Çünkü ikilik ve nifak yoktu. Peygamber Efendimiz’in irtihallerinden hemen sonra, Hz. Ebû Bekir büyük şahsiyeti ile kargaşayı örtüyor. Arkadan Hz. Ömer devri, tam bir fü- tûhat devri. Çölde yaşamış insanların eline altın ve ülkeler yağıyor. Hz. Ömer altı milyon kilometre karenin tek hâkimi. Bütün Arap Yarımadası'na hükmediyor ve tek elbisesi var. Harp ganimeti olarak gelen elbise hakkı ile oğluna elbise yaptırıyor.
Hz. Osman son derece iyi niyetlidir. Ama idâreci değildir. İstismar edilir. Muâviye vahiy kâtibi olacak kadar akıllı bir adam. Günde elli vakit namaz kılıyor. Bunu Hz. Peygamber'e söylediklerinde "Beş vakit kılsın, sonunda bıkar," buyuruyorlar. İfrâta varan her hâdise pişmanlıkla sonuçlanır. Onun için derler ki, birine borç vereceğin zaman arkasını aramayacağın kadar ver.
Sonunda Hz. Osman şehit edilir. Hz. Osman'ı şehit edenler arasında sahâbe çocukları da vardır. Hz. Osman'ı kapıda Haşan, Hüseyin Efendilerimiz korumaktadırlar. Lâkin Hz. Osman'ı damdan girerek şehit ederler.
Hz. Osman'ın şehâdetinden sonra ortaya üçlü bir İslâm çıkar. Bugün maalesef otuz türlüsü var. Bu üçlü İslâm anlayışından birincisi gerçekten saf Müslümanlar. Peygamber Efendimiz’in getirdiği İslâm'ı yaşayan Hz. Ali'nin etrâfında toplanan Mekke ve Medîneliler. İkincisi, Hâricîler, yarı Bedeviler, inanmış ama, îmânmı bildiği ile takviye edememiş insanlar. Bunlar her şeyi sâdece ilk cümlesi ile anlayanlar. Meselâ namaz kılmayan adam kâfirdir diyor ve İslâm adına kafasını kesiyorlar. Üçüncüsü, Muâviye’nin etrafında toplanan İslâm’ın ilk devirlerinde çok fedâkâr davranan, bunun nimetlerinden biz de istifâde edelim, saltanat paraya tâbi olacak, bunu bileğimizle hak ettik diyen ve hızla maddeye yönelen bir grup. Bu iki grup arasındaki mücâdelede, Peygamber Efendimiz’in Hz. Ali hakkında söylediği bütün hadisler bilindiği, Allah'ın aslanı olarak bütün İslâm târihinde Hz. Ali'nin yeri belli olduğu halde Muâviye'yi büyük bir grup destekledi. Hz. Ali, Sıffin olayında savaşı kazandığı halde Kur’ân-ı Kerîm sahifelerini mızraklarının ucuna takıp, Kur’ân-ı Kerîm için harp ediyoruz diyerek karşı tarafı tesir altında bıraktılar.
Daha sonra Hâricîler üç tâne katil tutarak Hz. Ali Efendimiz'i şehit ederler. Hâricîlerden biri Muâviye'yi, biri Hz. Ali'yi, diğeri hakem olan Amr'ı öldürecekti. Muâviye sabah namazına gitmediği için kurtulur. Hz. Ali namaza giderken, evdekilerle helâlleşir ve zehirli bir kılıçla şehit edilir. Hz. Ali'yi şehit eden İbn-i Mülcem bir kabile reisidir. Hz. Ah halîfe olduğunda herkes hediyeler getirir. İbn-i Mülcem murassa kılıcını getirir. Hz. Ali bütün hediyeleri kabul eder ammâ bu kılıcı almaz. Benim şehâdetim senin elinden olacak bu kılıcı alamam buyurur. Adam, “Kafamı kes, ben böyle bir kadere âlet olmayayım,” diye yalvarır. Bunu anlata anlata paranın câzibesine kapılır ve Ali Efendimiz'i vurur.
Hz. Ali'den sonra Muâviye Şam'da duruma tamamen hâkim olmuş ve Hz. Haşan hilâfetten ferâgat ettiği halde iktidar hırsı ile onu zehirlettirmiştir. Geriye bir tek Hz. Hüseyin kalmıştır. Bütün Peygamber evlâdı da yetmiş küsur kişi. Hiçbir hilâfet iddiası yok. Hatta kendisine halîfe olarak uymak isteyenleri kabul etmiyor. O zaman Muâviye ölmüş yerine Yezid geçmiştir. Yezid "Ne olursa olsun, peygamber çocuğudur, benden üstündür" diye Hz. Hüseyin'i öldürme karârı alır. Hz. Hüseyin, yanma asker almamak şartıyla yalnız âile efrâdı ile, bugünkü Irak'ta bulunan Kûfe'ye doğru konuşup anlaşmak amacıyla yola çıkar. Hz. Hüseyin'e "Yezid'in babasına güvenilmezdi, Yezid'e hiç güvenilmez" derler. "Bilirim ama kaderimin icâbıdır, gitmemezlik edemem" der.
Yetmiş iki silâhsız insan Irak topraklarında "belâ toprağı" denen yere geldiklerinde yirmi bin kişi tarafından çevrilirler. İki taraf da müslüman; ezan okuyor, namaz kılıyorlar ve savaşıyorlar. Yetmiş iki kişi akla gelmez zulümlerle karşılaşıyor. Bunlardan biri Ali Ekber, Hüseyin Efendimiz'in büyük oğlu. Ali Ekber atma biner yirmi bin kişiyi yarar, elindeki kırbayı doldurur. Kırbayı delmek için ok atarlar. Kırbayı korumak için sağma aldığında teber denilen balta ile sağ kolunu, sol koluna aldığında sol kolunu keserler. Dişleri arasına alıp geri dönmek istediğinde kırbayı delerler ve kan revan içinde döner, bir damla su içmemiştir.
Hz. Hüseyin Efendimiz atından düşmüş perişan ve susuz bir halde. Aile efrâdı yok olma tehlikesi içinde feryat ediyorlar. O sırada biri gelip Hüseyin Efendimiz'i vurup vaat edilen parayı almak ister.
Hüseyin Efendimiz: “Elini günâha bulama” der. Adam birden uyanır. “Bu halde bile benim iyiliğimi düşünen çok büyüktür beni affet” der, elini öper ve mücâdele etmek ister. Mücâdelede yirmi - otuz ok yarası alır. Hz. Hüseyin “Allah yaptığını görür” der.
İnsan son anda kurtulur mu kurtulur. Yeter ki, büyüğe hizmet etmeyi becerebilsin. Daha sonra dişleri öne fırlamış tıpkı bir hayvanı andıran insan, Hüseyin Efendimiz'i şehit eder. Bütün erkekler yok edilir. Sâdece beşikteki Zeynel Abidin kurtulur ve Ehbbeyt sülâlesi oradan devam eder.
Bize göre bu bir takdir, itiraz etmeyiz. Lânet etmekle de vakit geçirmeyiz. Önemli olan ibret alabilmektir.
Bu devirde de Hz. Hüseyin ve Muâviye vardır. Önemli olan sen hangi noktadasın? İnsanın nefsânî arzuları çalışmasına, vatanına olan hizmetine mâni olacak noktada ağır basıyor mu?
İçimizdeki Hüseyin çalışma, hizmet aşkıdır. Her türlü güzellik, doğruluk Hüseyin'dir. Kendimize âit arzu ve isteklerimiz, kinimiz, gurûrumuz, Muâviye'yi temsil eder. Hangi yöndeyiz? İnsan senelerce Muâviye'ye küfredip sonunda onun ordusunda kalmış olabilir. Allah bizi bundan korusun.
Fuzûlî'nin eseri olan Saadete Ermişlerin Bahçesi adlı eserde şöyle anlatılır:
Rivâyete göre Hz. Hüseyin doğduğu zaman Cenâb-ı Hak tarafından Cebrâil iki vazife ile Hz. Muhammed'e gönderilir. "Git Resulümü bu doğan çocuktan ötürü tebrik et ve sonra şehitlik için baş sağlığı dile!” Cebrâil Hz. Muhammed'e önce tebriklerini sonra tâziyesini bildirir. Hz. Muhammed hayretle:
- Ey Cebrâil kardeşim. Kutlamanın sebebini anladım ama hangi şehit için baş sağlığı diliyorsun?
Cebrâil cevap verir:
- Bu mazlûmu senden sonra Kerbelâ çöllerinde cefâ kılıcı ile şehit edecekler.
Hz. Muhammed bu haberi alınca ağlamaya başlar. Yanında Allah aslanı Ali vardır. Hemen ellerine kapanıp sorar:
- Ey güzeller güzeli. Niçin mübârek gözlerinden yaşlar iniyor?
Hz. Muhammed aldığı haberi can kardeşi Ali'den saklamadı, olduğu gibi anlattı ki şimdi Allah aslanı da ağlıyordu.
Bu sefer kadınlar sultânı Fâtıma sordu:
- Ya Ali seni böyle sel sel ağlatan nedir?
Hz. Ali, Resul’den dinlediğini Fâtıma Anamız’a olduğu gibi anlatır. Hz. Fâtıma gözlerinden inen yaşlarla aziz babasının önüne diz çöker.
- Babam, babam! Ali'nin senden öğrenip bana anlattıkları nedir? Hz. Muhammed boynunu büktü:
- Bana da Cebrâil anlattı!..
- Yâ Resul bu iş ne vakit olur? Resul cevap verir:
- Benden, senden, Ali'den ve Hasan'dan sonra.
Hz. Fâtıma, iyi ama diye kendi kendine sordu? Bu
musibet vuküa geldiğinde benim mazlumum için kim tâziyette bulunsun?
Rivâyet ederler ki bu suâle hâtiften şöyle cevap gelir:
- Ey kadınların en güzeli ve en azizi! Ahir zaman ehlinden, Peygamber soyuna bağlı olanlar senin oğluna, kıyâmete kadar ağlayacaklar.
Hz. Hüseyin şehit olmuştur. Hânedan Medîne-i Münevvere’ye döndüğü zaman karşılarlar. Ve Yezid, Zeynel Abidin’i yanma çağırarak:
- Ey Zeynel Abidin! dedi. Benim oğlum sana komşu oldu. Onunla güreşebilir misin?
İmam Zeynel Abidin:
- Güreşmek kolaydır dedi. Fakat ikimize de birer silâh ver, sonra da emreyle kapışalım. Yenen yenileni öldürsün.
Onlar böyle konuşurken birdenbire nakkare sesleri duyuldu. Bu sesler o kadar gürültülüydü ki bulundukları yer âdeta zelzeleye uğramış gibi oldu. Yezid’in oğlu:
- Ey Zeynel Abidin dedi. Bu nakkareler babam için her nöbet böyle çalar. Sizin nöbetiniz yok mudur?
Zeynel Âbidin,
- Biraz sabret, dedi.
Nakkareden sonra müezzinler Allâhu Ekber’e başladı. Orada hazır bulunanların kulaklarına velveleli akisler bırakan bu sesleri işâret eden İmam Zeynel Abidin:
- Ey Yezid’in oğlu! Bu da işte bizim nöbetimizdir ki kıyâmete kadar hiç değişmeden devam eder...
Evet, Müslümanlıkta mâtem yoktur. Ama Hz. Peygamber torununa ve hânedan soyuna yapılan zulümlerden, çektikleri sıkıntılardan dolayı, hürmeten 1 Muharrem’den 10 Muharrem’e kadar bol su harcanmaz, temizlik, çamaşır, banyo gibi işler yapılmaz, yeni bir şey alınmaz, hediyeleşilmez, düğün ve eğlence yapılmaz.